Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama, yarım saat erkene kurulsun saatin. Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin, Pencerini aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin. Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin, Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin.
Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart,
Çek kızarmış ekmek kokusunu içine,
bak güzelim kahvaltının keyfine.
Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis,
önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin.
Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile. Sonra koş git işine, dünden, önceki günden, hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla.
Ohhh şöyle bir hafifle, bir güzel kahve ısmarla kendine,
seni mutlu eden sesi duymak için "alo "de.
Hiç işin olmasada öğle üzeri dışarı çık, yağmur varsa ıslan,
güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa.
Yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak,
Çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa,
çocuk görürsen yanağından makas al.
Sonra, şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı,
sen çok darda iken kimler seni ferahlattı,
hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde, kimler kapını tıklattı?
Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi?
Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara,
Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor.
Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak,
yüzünde güller açtıracak.
Günün güzeldi değil mi? Akşamın da güzel olsun,
Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun.
Saklama tabakları, bardakları misafire,
Sizden alâ misafir mi var dünyada.
Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil,
vazife yapar gibi hiç değil, şöyle keyife keyif katar gibi,
lezzete lezzet katar gibi.
Eksik bıraktıklarını tamamlar gibi, tadına var akşamının,
Gece evinde, dostların olsun,
Sohbetin yemeğin, kahkahan olsun.
Arkadaşım hayat bu, daha ne olsun?
Ama en önce illa ki sağlık olsun!
Başka türlü bir şey benim istediğim ne ağaca benzer,
ne de buluta. Burası gibi değil gideceğim memleket,
denizi ayrı deniz, havası ayrı hava..
Bir başka yolculuk dalından düşmek yere,
yaşadığından uzun bir tatlı yolculuk, dalından inmek yere.
Ağacın yüksekliğince, dalın yüksekliğince rüzgarda,
ve bir yeni ömür vardığın çimen yeşilliğince.
Nerde gördüklerim, nerde o beklediğim,
rengi başka, tadı başka..
Bi damlacık duru bir yeşildi ortalık,
Akşam güneşi kırılmış bir mızrak boyu,
Ve çocuk sesleriyle iniyordu ışık,
Ağlarda sanki dargın bir kılınç balığı,
Pullarını döküyor üstüme,
Bir sessizliği anlatmak için yazıldı bu şiir,
Belki de anmak için, bi damlacık sessizliği.
Ömür, çay bardakta soğuyana dek geçen zaman.
Çayınız bardakta soğumadan hayatı tadıyla için.
Sevgileri, sevdaları, dostlukları, doyasıya yaşayın.
Beş dakika bile duracak zaman yok, seviyorsanız koşun ardından.
Kırmaya zaman yok, kırmadan, incitmeden sevin insanı.
Hayat geçiyor, çayınız bardakta soğumadan için.
Yaşamamak yüreklere zarar..
Kulpu kırık fincanları, giymediğiniz kıyafetleri, dibi kararmış tencereyi, hangi kapıyı açtığı meçhul o anahtarları, çalışmayan saatleri, güzel çıkmışsınız diye yanınızda o sevmediğiniz tiple poz verdiğiniz fotoğrafı, çekmecenin dibindeki müzik kasetlerini atın gitsin. Ohh bir ferahlayın bakalım. Şimdi ihtimalleri atın. Olacaktı, son anda olmadı’ları atın, düşünüp durduğunuz o lafı, alındıklarınızın, gücendiklerinizin hiç umurunda olmayan o olayı atın. Cevabı olmayan soruları, kaçırdığınız fırsatları, atıldığınız işleri, beceremediğiniz ilişkileri, kişisel gelişim kitaplarını, arkanızdan konuşanları, alamadığınız terfiyi, oturamadığınız evi, şimdiki aklım olsa’ları, aldığınız en kötü ve en iyi karneyi, işe yaramayan fikirleri, dolabın dibine iteklediklerinizi atın. Bakın, ne güzel güneş çıktı.
Bir sen eksiktin ayışığı.
Bileklerimizi morartmış yeni Alman kelepçeleri.
Otobüsün kaloriferleri bozuldu.
Kaman'dan sonra sekiz saat oluyor, karbonatlı bir çay bile içemedik.
Başımızda pirensip sahibi bir başçavuş.
Niğde üzerinden Adana Cezaevine gidiyoruz...
Manzaraya gümüş bir tüy dikmek için bi sen eksiktin ay-ışığı.
Su istemeye mayolarıyla geldi çocuklar, kumsalda çimerken farımışlar. En arkada sarışın şipşirin, olsa olsa dört yaşında bir oğlan, güler su veriyor onlara. Musluktan taşan su seslerine karışan cıvıl cıvıl seslerini cankulağıyla dinlemekten başka, ben de olsam onlara ne verebilirdim ki?
Diyelim yağmura tutuldun, bir gün buluşmak üzere. Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek, öbür yanda güneş kendi keyfinde. Ne de olsa yaz yağmuru, pırıl pırıl düşüyor damlalar. Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın, Dar attın kendini karşı evin sundurmasına, İşte o evin kapısında bulacaksın beni, diyelim için çekti bir sabah vakti, erkenceden denize gireyim dedin.
Kulaç attıkça sen, patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan, ege denizi bu efendi deniz, seslenmiyor, derken bi de dibe dalayım diyorsun.
İçine doğdu belki de, işte çil çil koşuşan balıklar, lapinalar gümüşler var ya, eylim eylim salınan yosunlar, onların arasında bulacaksın beni.
Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya, çakmak çakmak gözleri, ya Taksim ya Beyazıt meydanı, herkes orda sen de ordasın.
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından, yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim. Özgürlüğe mutluluğa doğru, her işin başında sevgi diyor, gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili, bi de başını çeviriyorsun ki, yanında ben varım.
Büyük can dedi ki, kovalamayın beni yatağa, hiç uykum yok. Daha lafınıza karışacağım, ortalığı dağıtacağım, televizyonu kapatacağım. Daha ayçiçeği resmi yapacağım, başparmağıma şiir okuyacağım, ıIslık çalacağım. Daha çok işim var, gecenizi karartacağım, kütahya vazonuzu kıracağım, vakitsiz yatırmayın beni, daha çok erken..
Baksana Samaripa, gümüşü şu bacaya ne güzel kesmiş tenekeyi tentene, güneş de vurmuş üstüne ve salkım salkım sakalları rüzgarda saçaklanan bir duman, arkadaki papaz okulu’nun çamlarını çulluyor. Baca değil, buhardan alt katta da, o dumanın ısıttığı suyla, sakız gibi bir kız yıkanıyor ve sakız adası gibi köpükte, yuvarlanıp gidiyor göğüsleri..
Sevgili dostum, öyle göreceğim geldi ki seni, burnumda tütüyorsun. Ha, onu soracaktım, sen hiç "lohuk" yedin mi? Ben ki tatlı sevmem, nefis bişey.
O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler,
arkalarında doldurulması mümkün olmayan, boşluklar bırakılmasaydı eğer.
Dayanılması o kadar da zor değildir, büyük ayrılıklar bile,
en güzel yerde başlatılsaydı eğer.
Utanılacak bir şey değildir ağlamak,
yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğer.
Yüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık,
çalınan birinin kalbiyse eğer.
Korkulacak bir yanı yoktur aşkların,
insan bütün derilerden soyunabilseydi eğer.
O kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses,
hiç bir zaman duyulmasaydı eğer.
Daha çabuk unuturdu belki su sızdırmayan sarılmalar,
kara sevdayla sarıp, sarmalanmasalardı eğer.
Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla,
öylesine delice bakmasalardı eğer.
Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı belki de,
kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer.
Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece sohbetlerinin,
son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer.
Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman,
meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır yaralamasaydı eğer.
Su gibi akıp geçerdi, hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman,
sonunda beklemeye değecek olan gelecekse eğer.
Rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla,
tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer.
O büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi,
yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer.
O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar,
son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer.
Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,
her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer.
Kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de,
dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer.
Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel,
namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.
Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından,
dokunulası ipekten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer.
Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de,
sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.
Yoksul düşmezdi, yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine,
kulağına okunacak biri olsaydı eğer.
İnanmak mümkün olmazdı, her aşkın bağrında bir ayrılık gizlendiğine belki de, kartvizitinde; "onca ayrılığın birinci dereceden failidir" ..denmeseydi eğer.
Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar,
ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.
Issızlığa teslim olmazdı sahiller, kendi belirsiz sahillerinde,
amaçsız gezintilerle, avunmaya kalkmamış olsaydın eğer.
Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.
Yalnız kalmaktan korkmuyorum da, ya canım ellerini tutmak isterse?...
Evet Sevgili, kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu,
kim uzanmak isterdi ince parmaklarına,
mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa,
tanıklık etmiş olmasalardı eğer.
Ellerimde bir göztaşı, gözlerim boş gidiyordum,
ne bileyim, bir damlanın böyle deniz olduğunu,
şaştım, mavi bir fal gibi açılınca önümde,
giritli bir ölümüm varmış, bir balıkçı fitil gibi,
patlayacakmış avucunda otuz çubuklu gençliğim.
Üç günde mi desem, üç gökte, üç kulaçta'mı,
ben ki, o camgöbeği çiçekler açan ağaç,
kırılmaz bardaklar gibi, tuzla buz olacakmış,
ne zaman boğulsam, böyle yosun kokuyordu ışık.
Sabahçı kahvelerde bir çiroz ötüyordu,
ve dalgalarımı geçen o deniz şoförleri,
böyle uyur düşlere bindirmiş gemiler,
uyuklar gibi üstünde mermer masaların.
Bir tahta parçasıydım, osmanlı bir kazadan kalmış,
yüzüyordum, islam kaptanın ahşap ayağında,
öbür tahtalara, öbür insanlara doğru,
cumhurdu mürekkep balığı, simsiyah yüzüyordum.
Ne bileyim, bir korkunun böyle destan olduğunu,
ağardım, nişanlayınca gece ve yavrulayan yalnızlık,
ya da ilk insanın doğdugu, öldüğü dağdi Moby Dick,
nefes aldıkça filbahriler köpürüyordu sulardan.
Çanlar çalıyor kulaklarımda, yunuslar yarışıyordu,
alyuvarlar, dolkuşları ve rüzgar midyeleri,
dedim, dünya gibi bulut yok dünya üstünde,
ellerimde bir göztaşı, gözlerim boş gidiyordum.
Ne bileyim, bir türkünün böyle Veysel olduğunu,
açıldım, çıkmaz bir sokak gibi, kapanınca denizde.
Sözüm ona insandım, hamsiydim buğulandım,
koynumdaki hatunu, Havva anamız sandım.
Beyazıt kulesiydim, hem kumkapıdaki yangın,
arap itfaiyeciynen, kendi derdime yandım.
Pir Sultan abdaldım, düz rakıya dadandım,
çekip çekip kafayı, anacığımı andım.
Banazdaydı bazlamam ve radyodaki reklam,
yaşamı yandaş sayıp, bana bir ekmek bandım.
Arşa vardı feryadım, firazda kör kadıydım,
kararsızlıktan cayıp, katlime karar aldım.
Gül benizli isyanım, eksi çıktıkça kanım,
arta durdu bicanım, ben ölsem ölsem bile,
dipdiri o sol yanım.
Ellerimdi ellerinden tutan,
bıraktığı anda ellerimiz ellerimizi,
gökyüzüne vuracaktı gölgeleri ellerimizin,
kimbilir kaç martılar halinde.
Bir masada karşı karşıya,
seyrederken dudaklarını senin,
dile gelmiş ilk Türkçeydik, henüz başlamış kül rengi bahar,
ne savaş, ne barıştık biz.
Bu dünyaya yeni gelmiş bir diyar,
manolyaya gece konmuş kumrular.
Yerin seni çektiği kadar ağırsın,
kanatların çırpındığı kadar hafif,
kalbinin attığı kadar canlısın,
gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç.
Sevdiklerin kadar iyisin,
nefret ettiklerin kadar kötü,
ne renk olursa olsun kaşın gözün,
karşındakinin gördüğüdür rengin.
Yaşadıklarını kâr sayma,
yaşadığın kadar yakınsın sonuna,
ne kadar yaşarsan yaşa,
sevdiğin kadardır ömrün.
Gülebildiğin kadar mutlusun,
üzülme bil ki, ağladığın kadar güleceksin,
sakın bitti sanma her şeyi,
sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer,
ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın,
bir gün yalan söyleyeceksen eğer,
bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret,
ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın.
Unutma yagmurun yağdığı kadar ıslaksın,
güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın,
ve güçlü hissettiğin kadar güçlü,
kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin.
İşte budur hayat,
işte budur yaşamak,
bunu hatırladığın kadar yaşarsın,
bunu unuttuğunda,
aldığın her nefes kadar üşürsün,
Ve karşındakini unuttuğun kadar,
çabuk unutulursun.
Çiçek sulandığı kadar güzeldir,
kuşlar ötebildiği kadar sevimli,
bebek ağladığı kadar bebektir,
ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin,
bunu da öğren, sevdiğin kadar sevilirsin.
Bir gün şayet camsız çerçevesiz penceresiz,
bir gün ben, çadır bezi bir perdeden,
günlerin toz-toprak şarkısını çırparken,
canevimin önünden geçersen,..
Bir gün şayet boynumda yem torbası hayallerim asılı,
bir gün şayet samançöpü bir sokak dişlerim arasında,
canevinin önünden geçersem,..
Anlatırım nasıl nerde,
bir ulu çınara takılı bir kuyrukluyıldız,
bir yeşil telaşta çırpınan ışığımız,..
Anlatırım nasıl nerde,
sonra eğilir kulağına derim: Bekle.
Çocukken kaçırdığım uçurtma dönsün gelsin,
hele çarpsın, bu çerçi yükü şehirlere,
hele ürksün fincancı katırları.
Birden işitilmez olsun ayak seslerim,
gölgem bir başka sokağa sapıversin,
unutayım bir anda her şeyi,
nerde oturduğumu,
Can adında tuhaf bir adem olduğumu.
Aklım arayadursun başka kapılarda kısmetimi,
ben, bilmediğim sokaklarda bir başıma,
gönlüm öylesine geniş, öyle ferah,
ilk defa görmüş gibi dünyayı,
bir şaşkınlık içinde, yeniden doğmuş gibi,
hatırlamam artık değil mi, dostlar,
hatırlamam artık garipliğimi.
Ne karanlık kar bu, ne biçim pirinç bu siyah?
Ayaklarım donuyor, içim öyle eziliyor ki,
bir tabak lâpa olsa şimdi,
anamın hanımelleriyle pişirdiği,
akpak ve onun elleriyle sıcak,
bir tabak lâpa olsa, anamın pişirdiği,
bir tabak lâpa, lâpa ...
Olmayacak da olsa, ne güzel Dua..
Günlerdir körköstebek nefsimle öyle hırlı,
ve öylesine harlı ki, esrik nefesim,
bir kibrit tutsam parlayacak.
Bir sarnıç gemisi diyecekler alev almış,
boğazın iki yakasından.
Oysa bir gaz tenekesiyle bir şişe mavi,
gelişi güzel mi güzel bir ocak,
suların ortasında sevgili öfkemle benim,
yanacak bahar erişinceye değin,
soğuktan morarmış kanatlarını,
ısıtsın diye martılar,
martılar ki, sokak çocuklarıdır denizin.
Yaşamak ne güç şeymiş,
kadınlar öğrettiler bana,
başta anam,
hamamda kaynar sular dökerek başımdan.
Onlar uyandırdılar beni çocukluktan,
erkek olup üstlerine çıkayım diye.
Bu öyle bir esatır ki,
hem yesir tüccarı olacaksın, hem yesir.
Ve vücutlarının akkağıtlarına
yazdığım o şiir değil, med-cezir.
Kadınlar doğurdular beni bağıra bağıra,
gine onlar öldürecekler beni aşktan, bağırta bağırta.
Temiz gömleğimi giydim talimden sonra,
ayaklarını yıkıyor çeşme başında erler,
işte sen öyle bir serindin,
tuzladan kaptılarla inerken şehre.
Ne güzel şey sivil denmesi çıplağa,
ve gün açık penceresinden meselerin,
yamacın kuytusuna sokulmuş mavi,
ufacık bi parça deniz gibiydin.
Şipka biberleriyle konmuş okulun camlarına,
arnavut köyünün o muhacir güneşi,
işte sen öyle bi cumartesiydin,
sahanlıkta saçlarını tarıyor kızlar.
Raylar ondan böyle kıvılcımlanıyor,
köşeleri dönerken, önlükleri altından,
dünyaya başlar gibi aybaşlarının kokusu,
kalkan al tıramvaydın ergenlik durağımdan.
Meyvahoşun orda bir sabahcı kahvesi,
gün ağarmıştı ama ben günaydın demedim,
işte sen öyle ışıklı bir yerdin.
Bilmiyordum hiç burda bir fırın olduğunu,
diz çöktüm asfalta, baktım aşağı, üüüü'üh!..
İşçiler ateşler ay çörekleri,
ve kılıç gibi taze ekmek kokusu,
dağıttık evvel-allah yalnızlıkları.
Yaşamak düğünse, sen orda gelindin,
seni soydum güler, dünyayı giyindim.
Özledim seni ayrılık yüreğimi uyuşturuyor,
karıncalandırıyor nicedir,
beynimi uyuşturuyor özlemin.
Çok sık birlikte olmasak bile,
benimle olduğunu bilmenin,
bunca zamandır içimi ısıttığını,
yeni yeni anlıyorum.
Yokluğunu hatırladıkca,
yüreğime saplanan bir sızı olmaktan çıkıp,
mütemadiyen bir boşluğa,
sabahları seni okşayarak başlamaları,
akşamları her işi bir kenara koyup,
seninle baş başa konuşmaları özlüyorum.
Oynaşmalarımızı, yürüyüşlerimizi,
sevimli haşarılığını, çocuksu küskünlüğünü,
nasılda serttin başkalarına karşı,
beni savunurken.
ve ne kadar yumuşak,
bir çift kısık gözle kendini,
ellerimin okşayışına bırakırken.
Gitmeni asla istemediğim halde,
buna mecbur olduğunu görmek,
ve sana bunları söylemeden,
"git artık" demek.
"Beni ne kadar çabuk unutursan,
o kadar çabuk kavuşacaksın mutluluğa",
demek sana nede zor.
Seni görmemek,
ve belki yıllar sonra karsılaştığımızda,
bana bir yabancı gibi
bakmanı istemek
senden yeni bir sevdayı,
yasakladığım kalbime söz geçirmek.
O bir sakız ağacıydı alelade,
bir gün o yeşil sahile çıktı geldi,
o zaman bu zamandır memnun o yerinden;
seyreder bulutları, göğü, denizi.
Titreşirdi rüzgarla güneşli yaprakları,
ömür sürdü öyle hoşnut dünyasından,
aydınlıktan uyku tutmazdı bazı gece,
motor sesleri duyulurdu uzaklardan.
Tanrı adın işitmedi ömründe,
inanmadan da madem yaşanıyor diye,
rüzgarlı bir kıyıda, sevinç içinde,
yaşamak dururken düşünmek niye?
Anmadı geçenleri bir defa bile,
ne uğraşır mesut olan gelecekle?
Bir avare misali, günü gününe,
o bir sakız ağacıydı, yaşadı sade.
Can Yücel, 1926'da İstanbul'da doğdu. Milli Eğitim Bakanlığı yapmış olan ünlü kültür adamı Hasan-Âli Yücel’in oğludur.
Ankara ve Cambridge üniversitelerinde Latince ve Yunanca okudu. Çeşitli elçiliklerde çevirmenlik, Londra’da BBC’nin Türkçe bölümünde spikerlik yaptı.
Askerliğini Kore’de yaptı. 1952’de Türkiye’ye döndükten sonra, bir süre Bodrum’da turist rehberi olarak çalıştı. Ardından bağımsız çevirmen ve şair olarak yaşamını İstanbul’da sürdürdü. 1956 yılında Güler Yücel ile evlendi. Bu evlilikten iki kızı (Güzel ve Su) ve bir oğlu (Hasan) oldu.
Son yıllarında Datça’ya yerleşti ve her hafta Leman, her ay Öküz dergilerinde yazıları ve şiirleri yayımlandı. 12 Ağustos 1999 gecesi ölen şair, çok sevdiği günebakan çiçekleriyle uğurlanarak Datça'ya gömüldü.