İnsan ölmek için doğar, sonra yaşlanır, daha sonra gitgide canlılığını kaybeder ve sonunda ölür. Bu kısacık Dünya yaşamı, incecik bir ipliğe bağlı olarak havada asılı kalır ve her an acımasız kopabilir. Kopma ertelense de, son'un bir gün geleceği kesindir. Sonunda "yıkım" bedeni kollarına alır, sessizliğe taşır, toprak altında solucanlar onun tahribatı ile ilgilenir, ancak onlar da diğer Dünya varlıkları gibi tahrip olmaya mahkumdur.
Hayatta bir çok şey gibi, ölüm bilinmeyendir, gizem ve batıl inançlarla örtülüdür, ancak, o eninde sonunda herkesin deneyimlemek zorunda kaldığı bir gerçektir. Onu zihnimizin gerilerine itmeyi, hiç düşünmemeyi istesek de, bedenin ölümlü olduğunu, bir gün son nefesini vereceğini biliriz. Peki sonra ne olur? Kendimiz olarak kabul ettiğimiz kişiliğimiz, o fiziksel kabukla birlikte yok mu olur?
Kur'an-ı Kerim'de "her canlı (nefis) ölümü tadacaktır, sonunda bize döndürüleceksiniz," (Ankebût, 29/57) ayetiyle, ölümün her canlı varlık için kararlaştırılmış bir durum olduğu belirtilir.
"Biz Allah'a aidiz ve yine O'na döneceğiz." (Bakara, 2/156) ayeti de ölümü bir yok oluş değil, insanın aslına Allah'a kavuşması, gerçek hayatı ve ebediliği kazanması olarak niteler.
Peygamber efendimizin (sav): "Müminler katiyen ölmezler, ancak fani (geçici) bir alemden, baki (ebedi) bir aleme intikal ederler" ..hadisi de aynı anlamdadır.
Bu yüzden Mevlâna, ölüme kara gözlüklerle bakmaz. Mesnevinin ilk beyitlerindeki "ney" metaforu gibi, insan dünyada iken gurbettedir, ölüm, onu asıl vatanına ve sevgilisine kavuşturur.
Tasavvuf düşüncesinde ölüm iki türlüdür: İradi ölüm ve zaruri ölüm. Zaruri ölüm, insanın tabi ölümü, ruhun bedenden ayrılmasıdır, iradi veya ihtiyari ölüm ise; Peygamber efendimizin (sav); “Ölmeden önce ölünüz” hadisinin Mevlâna dilinden söylenişidir. Ona göre bedensel ölmek, Allah’a kavuşmanın tek yoludur, Hakk'ın hikmetlerinde kendini kaybetme makamıdır. Bu bir yok olma değildir, nefis ölmez, nefis islah olmuştur.
İradi ölümü Mevlâna eserlerinde şu cümlelerle vurgular:
"Bu durum, ölümün zahirine (gözle görülene) bakanlar içindir, işin özüne bakıp, batını (kalp gözüyle) görenlere ölüm, Allah’tan gelen Ruh'un, yine O’na yükselmesidir."
Çünkü İnsan Ruh'u bedende olduğu sürece, geldiği ve döneceği aleme göre zindandadır, nitekim Mevlâna şöyle der:
“Sen yaşıyorum sanırsın, aslında beden zindanında mahbussun. Zindandan kurtulur, beden kuyusundan çıkabilirsen, Yusuf gibi Mısır’a sultan olursun.”
İnsan oğlunun başına bu dünyada en çok gelen şey, bela, sıkıntı ve üzüntü'dür. Zaman zaman iyilik ve güzellikler de gelir, fakat zahmetler, incitici şeyler, o ara sıra gelen iyiliği de unutturur. Hatta bazı hoş gibi görünen şeylerin altından felaketler de çıkabilir.
Eğer insan, ibret ile bakacak olsaydı, hayatı ve iyi geçimin yalnız öbür aleme mahsus olduğunu anlayacaktı. İyi inanmış olan, bunu böyle bilir, çünkü bu hali bilip anlamak, içinde yaşatmak, ehli imana mahsustur.
"Nefsini öldüren, Hak ile baki olur (kalıcı olur), bu sebepten Hak sırlarına aşina olur. Riyazette (nefsin isteklerini yenmede) ten'in (bedenin) ölümü hayattır, ten yok olursa, Ruh ebedileşir." (Mesnevî, 111/3386-87)
Mevlâna; tabii ölümü de bu hayattan ayrılıp, ölümü olmayan ebedi bir hayata ulaşma olarak niteler. İnsan genel anlamda iki unsurdan ibarettir: Ruh ve beden. Ruh soyut'tur, zamana ve mekâna bağlı değildir, bu itibarla ölümsüzdür. Ruh bu diri ve ebedî sıfatların sahibi olan yüce Allah, kendi Ruhundan insanlara Ruh üfürerek vermiştir. (Hicr, 15/29)
Bu sebeple ölüm ile bedenin yok olması, Cenab-ı Hak ile İnsan arasındaki perdenin kalkmasıdır. Nitekim bir fizik kanunu olarak hiç bir varlık yoktan var olamaz, var ise, yok olamaz, ancak bir halden diğer hale geçer. Dolayısıyla ölünce, beden kafesinden çıkan Ruh, aslına geri döner.
Mevlâna bu fikirleri şöyle yorumlamıştır;
"Ölüm kavuşmadır, cefa etmek, kin gütmek değil" (Rubailer, 38);
"Ölürsem ben, öldü demeyin, çünkü ölüydüm, dirildim, dost aldı götürdü beni." (Rubailer, 100)
..sözleriyle dile getirirken, kendisinin bu alemden ayrıldığı geceye de "Şeb-i arus" (düğün gecesi) demiştir.
Mevlâna'nın gazeli, onun ölümle ilgili düşüncelerinin en anlamlı ifadesidir:
"Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı, bende bu cihanın gamı var, dünyadan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma, bu çeşit bir şüpheye düşme. Bana ağlama, yazık yazık deme. Şeytanın tuzağına düşersem, işte o zaman yazık yazık de.
Cenazemi görünce, ayrılık, ayrılık deme. O vakit benim buluşma ve görüşme zamanımdır. Beni kabre indirip bırakınca, sakın elveda, elveda deme, zira mezar cennetler topluluğunun perdesidir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşe ve aya batmadan ne ziyan gelir ki? Sana batmak görünür, ama o, doğmaktır. Mezar hapis gibi görünür, ama o canın kurtuluşudur. Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun? Hangi kova kuyuya salındı da, dolu dolu çıkmadı? Can Yûsufu ne diye kuyuda feryad etsin? Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç, zira senin hay-u huyun, mekânsızlık aleminin fezasındadır."
Mezarı canın kurtuluş yeri, ölmeyi batan güneşin yeniden doğmaya hazırlığı olarak niteleyen Mevlânâ, ölüm ile uyku arasında da bir benzerlik kurar. Uyku ölümün kardeşidir, sözüne ait fikirlerini şöyle dile getirir:
"Ey kardeş, "uyku, ölümün kardeşidir", çünkü o kardeş, bu kardeşten belli olur." (Mesnevi, İV/3084)
Mevlanaya göre sabahleyin uykudan uyanmak ta, mahşerde dirilmenin bir örneğidir;
"Sabah uyanınca, aklımız nasıl bedenimize geliyorsa, herkesin canı da öyle bedenine girer. Her ruh, kendi bedenine girer. Kuyumcunun Ruhu, terzinin vücuduna girmez. Alimin canı, o alimin bedenine, zalimin Ruhu, o zalimin tenine girer. Ayak bile karanlıkta kendi ayakkabısını keşfederken, Can niçin tenini bilmesin? Sabah vakti küçük haşırdır, büyük hasrı ondan kıyas et. Uyku ve uyanıklık, akıllılar için ölümle mahşere iki şahittir, küçük haşr, büyük haşrın, küçük ölüm, büyük ölümün örneğidir." (Mesnevi, V/l781-96)
Uyku ve uyanmak ile, mademki her gün ölümün bir benzerini yaşıyoruz, o halde bundan ders alıp, ölümü karşılamaya hazırlanmalıyız:
"Ölüm için ihtiyat gerekir. Akibeti, haşri görenler için de zevk-u safa. Ölümü Yûsuf gibi gören, canını feda eder. Kurt gibi görense, doğru yoldan ayrılır.
Ölüm, herkese kendi rengindedir, saf ayna iyiyi de, kötüyü de gösterir. Güzel yüz aynada güzeldir, çirkin yüz de çirkin. Sen ölümden korkup kaçıyorsun, bil ki, seni asıl kendi çirkinliğin korkutmakta. Gördüğün kendi çirkin yüzün, ölümün yüzü değil, Can'ın o suretten ürktü. İyi de, kötü de senden yetişmiştir. Çirkin de, güzel de kendi elinle kazandığındır." (Mesnevi, III/ 3458-65)
"Sen müminsen, tatlı isen, ölümün de mümin olur, kâfir ve acı isen, ölümün de kâfirdir." (Ariflerin Menkibeleri, II/12)
Mevlâna, insanların ölüm gerçeğini görüp, dostun huzuruna eli boş çıkmamalarını, ebedi hayat için hazırlık yapmalarını öğütler:
"Hiç bir ölü, öldüğü için hasret çekmez, ancak taati'nin (ibadet etmenin) azlığına yanar. Yoksa ölen kimse; kuyudan ovaya çıkmış, zevk-u safa meclisine ulaşmıştır. Bu daracık matem yurdundan ferahlayıp, geniş bir ovaya göçmüştür. Orası doğruluk yeridir, orada yalan yoktur. Ayranla sarhoş olan, has şarabı ne bilsin? Orası öyle bir doğruluk yurdudur ki, Hak onlarla beraberdir. Su ve çamurdan (bedenden) kurtulmuş, Nur ile dosttur. Bu hayat için bir iki nefesin kaldı, bari gayret et de, ercesine (Er gibi) öl." (Mesnevi, V/1774-79)
"Hayat imanla ebedidir. Yoldaşın imân olursa ölmezsin." (Mesnevî, III/3399)
Mevlâna; iradi ölüm, zaruri ölüm, ölüm korkusu ve ölüme hazırlığı şu mısralarla özetler:
"Aşksız olma ki ölmeyesin, Aşkla öl ki diri kalasın." (Rubailer, 181)
"Tenini besleyip geliştirmeye bakma, çünkü o sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen gönlünü beslemeye bak, yücelere gidecek, şereflenecek odur."
"Ölüm kavuşmadır, cefa etmek, kin gütmek değil." (Rubailer, 38)
"Ben ölürsem, öldü demeyin. Çünkü ölüydüm, dirildim, dost aldı götürdü beni." (Rubailer. 100)
Kaynaklar:
Mevlana - Rubailer
Mesnevi
Ariflerin Menkıbeleri
Murat Uhrayoğlu "Yaratılış Gerçekliği"
Dolores Cannon "Ölümün Ötesi"
Hadisler
Kur'an-ı Kerim