Hayat için gerekli temel besin maddelerinden biri olan doğal "işlenmemiş" deniz tuzunun, hayatın devamlılığını sağlayan çok önemli özellikleri varken, işlenmiş rafine tuzların zararları nedeniyle, giderek daha da çok yanlış yerlere konumlandırıldığı gerçeğini görmemezlikten gelemeyiz. Çünkü gerçek doğal tuz olmadan, hayatın var olması mümkün değildir!
Hepimiz biliyoruz ki, su ve tuz hayatın temel yapı taşlarıdır. Dünyanın dörtte üçü denizlerle kaplı ve deniz suyu kısaca su ve tuzdan oluşur. İnsan vücudunu oluşturan iki temel elementten biri su, diğeri de tuzdur. Bir insan cesedi yakıldığında geriye kalan küllerin bile vücut tarafından yapılmış saf tuz olduğu yaklaşık 100 yıl önce kanıtlanmıştır (Dr.Willhelm Schüssler).
Doğal tuz kristali insan vücudunu oluşturan tüm elementleri içerir. Doğada bulunan 94 elementten soy gazlar hariç, tüm elementler doğal tuz kristalinde mevcuttur. Bu da doğal tuzun insan vücudunda bulunan tüm doğal mineralleri ve iz minerallerini içerdiği anlamına gelir.
Kanımızın bile tuzlu bir yapısı olduğunu düşünürsek niye tuz “rafine” edilerek, insan sağlığı için bu denli tehlikeli bir noktaya taşındı? Doğal tuz hayatın yapı taşıyken, rafine tuz öldürüyor, niye? Çünkü doğal işlenmemiş deniz tuzu kristali ile rafine beyaz tuzun hiçbir ortak yönü yok!
Kullanılan rafine tuzların çoğu sodyum klorid (NaCl) ve yaşam için gerekli olan tuzla alâkalı bir yapı değil. Oysa doğal deniz tuzu kristali, sodyum ve klor gibi yalnız iki element değil, vücudumuzu oluşturan tüm doğal elementleri içeriyor. Hemen hemen her konuda olduğu gibi sanayileşme, doğal tuz kristalini “temizlemeyi” ve onu iki elemente indirgemeyi seçti, dolayısıyla beyaz şekere benzeyen beyaz bir zehir yarattı!
Bilimsel açıdan doğal tuz kristali'nin oldukça kendine has bir yapısı vardır. Diğer tüm kristal yapıların tersine, tuzun atomik yapısı moleküler değil elektrikseldir ve tuzu değişken yapan faktör de budur. Bir kuvars (quartz) kristali, bir kap suya koyup, 10 dakika sonra çıkardığımızda, o hala aynı kristaldir, yani kristal yapılı olmasına rağmen, moleküler yapısı değişmemiştir. Enerjisini, frekans kalıplarını suya aktarmış olsa da, kristal bozulmadan aynı kalmıştır. Doğal işlenmemiş tuz kristali, suya koyulduğunda tuz erir ve “Sole” oluşur. Sole ise ne tuz, ne de sudur, tuzun, veya suyun kendi başlarına ifade ettiklerinden daha yüksek bir enerji boyutudur. Sole ısınıp, su buharlaştığında geriye tuz kalır. Doğal, işlenmemiş tuzun bu form değiştirebilme kabiliyeti, gıda olarak metabolize edilme ihtiyacı olmadığını gösterir. Tükettiğimiz;
nişasta → şekere,
protein → amino asitlere,
yağ gliserin → aside dönüşürken,.. tuz, tuz olarak kalır. Başka bir deyişle vücudumuz, tuz dışında kalan tüm gıdaları, içerdikleri besinleri kullanabilmek amacıyla parçalarına ayırmak zorundadır. Çünkü doğal tuz Sole olarak tüketildiğinde, iyonize bir formda hücrelerin kullanımı için hazırdır.
Vücudumuzdaki en basit fonksiyonların gerçekleşebilmesi için bile doğal tuza veya içerdiği elementlere iyonize bir formda ihtiyacımız vardır. Örneğin: Duyularımızla algıladıklarımızı beyne iletmek, sinir sistemimizin görevidir. Beyin kendisine ulaşan bilgiye göre, gereken şekilde reaksiyon göstermeleri için kaslarımıza, sinir hücreleri aracılığıyla gerekli bilgi ve talimatları iletir. Bu süreç şöyle oluşur:
• Pozitif yüklenen potasyum iyonları hücreyi terk ederken, hücreye giremeyen pozitif yüklü sodyum iyonları, hücre zarında bir elektrik potansiyel oluştururlar.
• Hücrenin dışı pozitif, içi negatif yüklü hale gelir.
• Bir sinir hücresi uyarıldığında, zarı aniden zıt kutup haline döner, sonuç olarak sodyum iyonlarını geçirgen hale gelir.
• Her sinir uyarımında, saniyenin binde biri (1/1000) gibi çok kısa bir sürede elektrik potansiyeli dönüşerek, 90 millivolt enerji açığa çıkar.
• Böylelikle alınan uyarılar, düşünce ve harekete dönüşür.
Sonuç olarak tuzdaki sodyum ve potasyum iyonları olmadan, bu fonksiyonların gerçekleşebilmesi mümkün değildir. Bunlar olmadan tek bir düşünce veya hareket bile oluşamaz. Bir bardak su içmek gibi basit bir hareket bile, gerekli düşünce ve hareketlerin oluşabilmesi için sinirlere uyarı olarak gelen milyonlarca talimatı gerektirir. Başlangıçta düşünce vardır, düşünce bir elektromanyetik frekanstan başka bir şey değildir. Tuz bu elektromanyetik frekansı yaratır ve beynin emirlerini, istenen hareketi yapacak olan kas ve organlara iletir.
Vücudumuz günlük 0,1984 gr. doğal işlenmemiş tuza ihtiyaç duyarken, birçok insan tuza doyamıyor. Amerikada kişi başı günlük tuz tüketimi yaş grupları arasında 11,34 gr ile 19,84 gr arasında değişiyor. Buna karşılık böbreklerimizin günlük tuz süzme kapasitesi cinsiyete, yaşa ve kişinin yapısal özelliklerine göre 4,82 gr ile 7,09 gr arasında değişiyor.
Vücut rafine tuzu saldırgan bir zehir olarak algıladığı için, tüketilen rafine tuzu kendini korumak amacıyla bir an önce atmak istiyor. Bu nedenle tüketilen aşırı miktarda tuzun süzülmesi ve atılması, başta böbreklerimiz olmak üzere, tüm boşaltma sistemi üzerinde önemli bir baskı oluşturuyor.
Vücut, her zaman, aşırı tuzun kendisine vereceği zararı engellemek için, tuzu izole etmeye çalışır. Bunu yaparken de, hücre suyu moleküllerini kullanarak, tuzu kaplar, sodyum kloridi, sodyum ve klorid olarak iyonize ederek nötrleştirir. Ne yazık ki, bunu yaparken hücre suyu tamamen kaybolan hücreler de ölmektedir. Vücudun 1 gr. rafine tuzu (sodyum klorid) atabilmek için, kullandığı hücre suyu miktarı bunun tam 23 katıdır. Aslında ne kaybettiğimizi anlamak hiç de zor değil.
Üstelik rafine tuz kullanımının tek bedeli hücre ölümleri değil, vücudun ihtiyacı olmayan, oldukça asidik ödemler, veya doku içinde aşırı su birikimlerine sebep oluyor ki, kadınların en önemli şikâyetlerinden biri olan selülitin temel sebeplerinden biri de bu.
Vücut hafif alkali yapıda sağlıklıdır, asidik ödemlerin vücudumuza bir faydası olmadığı gibi, vücudun pH’ını asidik yöne doğru çektikleri için, genel sağlığın korunmasını da zorlaştırırlar.
Vücuttan atılamayan rafine tuz ise, tekrar kristalleşerek direkt eklem ve kemiklerde depolanır, bu da artrit, gut gibi değişik türdeki romatizmal hastalıklar ile safra kesesi ve böbrek taşı oluşumlarının önemli sebepleridir. Tekrar kristalleştirerek, saklama çözümü orta ve uzun vadede hastalıklara sebep olacak olsa da, atımını gerçekleştiremediği aşırı miktarda rafine tuzun, kendisine vereceği zararı engellemek için, vücudun bulabildiği tek çözümdür.
Peki, bunu neden yapıyoruz? Niye doğal deniz tuzu kristalleri bu kadar faydalıyken, yerine beyaz zehir de denilen “rafine tuz-sodyum klorid” üretiyor ve kullanıyoruz?
Sebep basit: Dünyada kullanılan tuzun yaklaşık %93’ü endüstriyel kullanım amaçlı üretiliyor ve bu tuzun sodyum klorid olarak üretilmesi anlamına geliyor. Çünkü her kimyasal işlem, sodyum klorid kullanımını gerektiriyor. Doğal tuz kristalinin içerdiği diğer doğal elementlerin tümü, üretimde sıkıntılara sebep olduğu için ayıklanıyor ve atılıyor. Bakalım sodyum klorid nelerin üretimi için gerekli:
• Sodalar
• Çamaşır deterjanları
• Vernik, cilalar
• Plastik
• PVC
Sodyum klorid sentetik olan her şeyin üretimi için gerekli. Üretilen rafine tuzun yaklaşık %6-7’si gıda endüstrisinde ekonomik kimyasal koruyucu olarak kullanılmakta. Ekmek, yoğurt gibi çok tüketilen hazır gıdalara ve fast food ürünlerine baktığımızda, maalesef çok azının sodyum klorid içermediğini görüyoruz. Bu özellikle raf ömrünün uzatmanın peşinde olan, hazır gıda üreticileri açısından çok önemli. Ne yazık ki, tüm bu gelişmeler, insan hayatı için ciddi anlamda tehdit teşkil ediyor. Yani sadece havayı, suyu tüketmiyor, hayatın temel yapı taşı olan doğal deniz tuzu kristallerini de, daha çok satış, daha çok kâr için zehire dönüştürerek, yok ediyoruz.
Her konuda olduğu gibi, doğru bilgi ile, doğru seçim yapmak mümkün. Hayatı korumayı, yaşamayı ve yaşatmayı seçenler, “doğal-işlenmemiş tuz kristali” tüketsinler. Çünkü doğal tuz kristali, hayat demektir!
Kullandığım tuz hakkında nasıl emin olurum diyorsanız, önce kullandığınız tuzu test edin. 1 çay bardağını yarısına kadar üzüm sirkesi ile doldurun. İçine 1 tatlı kaşığı tuz atın. 5-10 dakika seyredin. Bardaktaki sirke yeni açılmış gazlı içecekler gibi aşağıdan yukarı doğru köpürmeye başlıyor ve bir süre sonra bulanıklaşıyorsa, o tuzu hemen hayatınızdan uzaklaştırın.
Diğer bir deney: 2 adet akvaryum alalım ve birinin içine doğal deniz suyu koyalım ve balığın yaşaması için gereken ortamı sağlayalım. Diğer akvaryuma "sodyum klorid" (NaCl)'li su koyalım ve aynı şekilde balığın yaşaması için gereken ortamı sağlayalım. Şimdi eğer balıkları içine koyarsanız, deniz suyunda olan balığın normal yüzdüğünü, diğerinin ise 2-5 dakika sonra zehirlenerek öldüğünü görürsünüz.
Bedeniniz, ayrıştırılmamış olan tuzu, bir şekilde nötralize etmek zorundadır ve bunu "değerli" hücre suyunuzla yapmaktadır. Hücrenizin canlılığını sağlayan şey, bedeninizdeki "sodyum klorid" NaCl'yi izole ve nötralize etmek için şimdi kurban edilmek zorundadır. Ayrıştırılamayan her gram NaCl, yüksek değerli, yüksek yapılı hücre suyunuzun 23 katına bağlanmak zorunda, bununla birlikte hücreleriniz ölür, bu şekilde de bedeniniz kurur.
Bazı insanlar, ileri yaşlarda sadece %58 sıvı ihtiva eder. Bu durumda çok su içmek gereklidir, günde en az 2 litre. Ancak yaşlılıkta insan artık susuzluk hissetmez, çünkü bedende çok az tuz vardır. Bu durumda *osmose sağlayan tuzdan söz etmekteyiz, eğer tuz alırsanız, o zaman doğal bir susuzluk hissiniz olur. Ancak biz gerçek "tuz"dan bahsediyoruz, sodyum klorid - NaCl'den değil!
* osmose, osmosis ile aynı anlama gelir.
(a) Geçişim: yarı geçirgen bir zarla ayrılmış değişik derişimdeki çözeltilerden seyreltik bölgedeki çözücünün zardan derişik bölgeye kendiliğinden geçmesi.
(b) Özdeciklerin değişik derişimli iki çözelti arasındaki yarı-geçirgen çeperden sızmaları.
(bkz: endosmosis ), (bkz: exosmosis).
Beden, ancak belirli bir dereceye kadar hücre suyunu nötralize etmek için kurban edebilir, daha fazlası ödem oluşumuna sebep olur. Bunlar, hazır gıdalarla almış olduğunuz diğer anorganik cüruflar için mükemmel bir çöplük olarak hizmet eden su dokularıdır. Birdenbire ağırlaştıkça ağırlaşır, beden kendisini tekrar korumak zorundadır. Koruma için bedenin bir sonraki adımı rekristalizasyondur.
Kristaller basınç ile dağlarda büyürler. Bedenimizin dağları da kemiklerimizdir. Sodyum klorid - NaCl rekristalizasyona başladığında, kristaller buralarda büyümeye başlar. Ancak bunun için sodyum klorid - NaCl daha hayvansal albümine ihtiyaç duyar. Ancak bedenimize aldığımız tüm elementlerin öncelikle ayrıştırılmaları gerekmektedir. Ve bu da albüminde amino asitler demektir. Bunların teker teker kombinasyonları ile 347 trilyon kombinasyon mümkün olup, bu şekilde bedensel albümin (kas dokusu) oluşabilir. Fakat amino asitlerin tümü, örneğin hayvansal albüminde bulunmayan Lysin veya Triptosan gibi katılamadığında, gerekli olan 347 trilyon kombinasyon imkanları oluşamaz. Ve böylece almış olduğumuz albüminin hiçbir değeri olmaz, bedenimizde küçük kristaller olarak kalır.
Bunu, karanlık zemin mikroskopisi yapan doktorunuzda kendi kanınızla yaptırabilirsiniz. Bu yöntemle yandan verilen ışık ile, kanınızın üç boyutlu halini, yani canlılığını görebilirsiniz. Böyle bir deneyden önce, bir bardak süt içerseniz, sindirilemeyen albüminin nereye gideceğini bilemediğini görürsünüz. Albümin vücuttan dışarı çıkabilmesi için, asit ürik geliştirir. Vücut, bu asit ürik'in sadece bir kısmını atabilir, bir kısmı da bedende NaCl ile birlikte kemiklerin üzerinde kristal tortular oluştup, kemiklerin kalınlaşmasına sebep olur. Mafsalların üzerinde oluşan bu kristallenmeden dolayı, sürtünme oluşur, sürtünme iltihaplara, iltihaplar şişmelere sebep olur ve sinirlerin üzerinde oluşan baskıdan dolayı ağrılarınız başar. Doktora gittiğinizde de, size romatizma, artrit, artroz, gut teşhisi konulacaktır.
Size tavsiyemiz: kendinizi rafine edilmiş inorganik moleküler yapıya sahip ürünlerden korumanız. Sonuçta damarlarınızdaki tuz sayesinde bedeninizde ölçülebilir enerji, ölçülebilir elektrik oluşuyor. Örneğin hastaneye götürülmek üzere ambulansa alınan bir kazazedeye tuz infüzyonu verilir, kana destek olmak üzere değil, elektrik devresini tamamlamak için. Devre kapanamadığı taktirde, ışıklarınız sönecektir. Bunun için de NaCl'ye değil, gerçek tuza ihtiyacınız vardır. Bu tuzun içindeki tüm anatagonistlere, yani diğer tüm elementlere ihtiyacınız var.
Aynı çamaşır makinasının kireçlenmesinde kullandığınız "kalgon" tuzu gibi, bedeninizde de moleküler bağlantıları çözüp atmanız gerekir. İnorganik olarak oluşan moleküler bağlantılar tekrar düzene maruz kalarak, parçalanıp çevreleri su ile kaplanarak, hidratize olarak, iyonlar halinde dışarı atılabilmekte. Çamaşır makineniniz de kullandığınız Kalgon hapları da tuz haplarıdır, kendinize de böyle bir "tuz tableti" verin, vücudunuzda oluşan inorganik moleküler bağlantılar tuzun sayesinde kırılsın ve suyun sayesinde de vücudunuzdan atılabilsin.
Gerçeğini bulmak kaydıyla, iki tuz öneriyoruz:
1. İşlenmemiş Keltik Sea Salt (Celtic Sea Salt)
2. İşlenmemiş Himalaya Tuz Kristali
Yukarıdaki tuzları temin edemezseniz, doğal kaya tuzu, veya deniz tuzu da iyi bir alternatif. Çevre kirliliğinden deniz suları ve göl suları da etkilenebiliyor, kaya tuzları uzun zaman önce oluşmuş durumdadır.
Ülkemiz kaya tuzu bakımından çok zengin. Dünyanın sayılı büyük tuz mağaralarından biri Çankırı’da. Ayrıca Iğdır ve Kastamonu’da da tuz mağaraları bulunuyor.
Deniz tuzu, veya kaya tuzunu iri parçalar halinde, veya dövülmüş olarak satın alabilirsiniz. Parça halinde alırsanız, havanda dövebilir, veya mutfak robotunda çekebilirsiniz. Bol suyla pişen çorba, pilav gibi yemeklerde, iri tuz doğrudan yemeğe atılabilir.
Turşulara katılan, ve yaprakları salamura etmek için kullanılan tuz doğal tuzdur. Sofra tuzu ile yapılan turşular çok çabuk bozulur ve erir. Düşünsenize gerçek tuzu sadece turşu kurmak için kullanıyoruz! Doğal tuz ile pişirilen yemeklerin çok daha lezzetli olduğunu da ekleyelim. Ünlü aşçılar yemeklerini bu tuzla pişiriyorlar.
Konuyla ilgili daha da fazla bilgi edinmek isteyenler için, okunmasını önerdiğimiz kitap; “Water & Salt – The Essence of Life” Dr. med. Barbara Hendel & Peter Ferreira.
Kaynaklar:
iyilikguzellik.com (Nihal Doğan)
http://blog.milliyet.com (Çiğdem Demirezen)
dogalrehber.com